Bir gün gündelik yaşamda ayakkabıcı olarak bilinen mürit Tarık, ustaların ustası Ahmat El Kabar’ın huzuruna varıp beyninin içinde tiktak sesleri duyduğunu söyledi. Delirecek gibi olmasa ustasını rahatsız etmeyeceğini de ekledi sözlerine. Ancak beklediğinin aksine El Kabar müşfik bir gülüşle karşıladı onun şikayetini ve korkacak bir şey olmadığını, meditasyon alıştırmalarına gayretle devam etmesini tenbih etti.
“Olur ustam, sen en iyisini bilirsin,” deyip çekildi Tarık. Saat sesi kafasında daha da artarak sürüp gidiyordu ama. Sanki birisi beynine ameliyatla bir guguklu saat koymuştu ondan habersiz. Uyuyamıyor, rahat rahat işini yapamıyor, televizyon falan da izleyemiyordu. Sinirleri iyice yıpranınca karısını çocuklarını dövmeye başladı. Kimse onun dükkanına uğramaz olmuştu, azar işitmekten, dayak yemekten korkarak.
O gün, yani durumun iyice fecaat bir hal aldığı vakit, o, ayakkabıları fırlatıp dükkanın camlarını aşağı indirirken ve ikide bir yere çöküp başını elleri arasına alarak çığlıklar atarken içeri girdi El Kabar. Alarm çalışmıştı sonunda ve inanılmaz bir sesle çalıyordu Tarık’ın beyninde. Deli gözlerini kaldırıp ustasını görünce ne yapacağını bilemedi. Saldırıp ısırmak istiyor, hemen ardından da üstüne çullanan pişmanlık duygularıyla ağlamaya başlıyordu. Ustaların ustası mesut bir tavırla yürüdü müridinin yanına ve okkalı bir tokat atıp durdurdu saati.
“Oldun artık Tarık usta,” dedi sonra. “Yarın gel, belki bizim senden öğreneceğimiz bir şeyler olur...”
Sonra da dönüp gitti simli kürk paltosuyla yerlerin tozunu süpürüp atarak.
Keyifle sırıtıp ovuşturdu ellerini Tarık. Pembelik gelip yerleşmişti gözlerine. Nasıl da güzel görünüyordu şimdi her şey... Nasıl da...
Yerine oturup ayakkabıları tamir etmeye başladı....
5 Şubat 2008 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder