5 Şubat 2008 Salı
ANILAR KİTABI - 5. BÖLÜM 1. ANLATI
Cillo Usta’nın bazı şımarık öğrenciler için geliştirdiği bir yöntem vardı. Onları hapse girecek azılı suçluluların vücuduna sokardı, küçük bir adliye gezisiyle ve beş yıl kadar da orada tutardı olgunlaşmaları için. Öğrencinin içine geçen katil de holdingte getir götür işlerinde çalışırdı ve bu iki taraf açısından da müthiş bir öğretiydi...
Hebburi Aydınlanma Bilmecesi 102
Şu an yağmur yağdığını mı sanıyorsun? O zaman hava kurudur.
Aç olduğunu mu düşünüyorsun? O zaman toksun.
Güldüğünden emin misin? Hayır. Sadece ağzın geriliyor ve yüzün buruşuyor...
Aç olduğunu mu düşünüyorsun? O zaman toksun.
Güldüğünden emin misin? Hayır. Sadece ağzın geriliyor ve yüzün buruşuyor...
Antoine De La Bouche
Bir hayvanı eğitmek bir insanı adam etmekten çok daha kolaydır. İnsanın en eğitimlisi bile düşünmekle zaman kaybetmeyen bir hayvandan çok daha geridedir.
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ – 6. KİTAP 4. BÖLÜM
Ahmat El Kabar holdingin koridorlarında, elleri belinde kavuşmuş ıslık çalarak dolaşırken karşısına şak diye şirketin genç müdürü Kenan Işıl çıktı. Ustanın methini duyan ama o güne kadar bir türlü konuşma fırsatı bulamayan adam yerlere kadar eğildi hemen ve doğrulduğunda “Aman efendim, merhaba, nasılsınız, işler nasıl gidiyor?” diye sordu taramalı tüfek gibi.
Fakat El Kabar bir elini kaldırıp susturdu onu. Sonra da arkasında hayretler içinde ve mal gibi bakarken bırakıp yürüdü gitti.
Ertesi gün odasında çalışırken üç kişi içeri girip Kenan beyi karga tulumba aşağı, esrime mahzenlerine indirdiler. Ve az buz değil, tam üç yıl kaldı orada Büyük Usta El Kabar’ın direktifiyle. Bu adamın iyice bir düşünüp kendilerinin orada asla ama asla iş yapmadığını öğrenmesini istiyordu.
Ve beklediği gibi de oldu.
Bir daha kesseler de, öldürseler de işlerle ilgili bir soru sormadı Kenan Işıl. Ne ustasına ne başka birisine...
Fakat El Kabar bir elini kaldırıp susturdu onu. Sonra da arkasında hayretler içinde ve mal gibi bakarken bırakıp yürüdü gitti.
Ertesi gün odasında çalışırken üç kişi içeri girip Kenan beyi karga tulumba aşağı, esrime mahzenlerine indirdiler. Ve az buz değil, tam üç yıl kaldı orada Büyük Usta El Kabar’ın direktifiyle. Bu adamın iyice bir düşünüp kendilerinin orada asla ama asla iş yapmadığını öğrenmesini istiyordu.
Ve beklediği gibi de oldu.
Bir daha kesseler de, öldürseler de işlerle ilgili bir soru sormadı Kenan Işıl. Ne ustasına ne başka birisine...
ANILAR KİTABI - 8. BÖLÜM 3. ANLATI
Şamsa, ayaklarına kara sular inse de ustasıyla birlikte gezmeye çıktıkları için oldukça mutluydu doğrusu. Yürümüşler yürümüşler Sarıyer’den taa Eminönü’ne gelmişlerdi sonunda. Birisini özlediğini söyleyip duruyordu ustası ve o da bu muhteşem adamı bir hayli merak etmeye başlamıştı doğrusu. Kimbilir nasıl bir kişiliği vardı ustasında böylesi bir özlem yaratabildiğine göre. O, kafasında ideal bir tip kurgulayıp dururken yürüyüşleri sonlanıverdi. Şimdi bir midye tezgahının önünde duruyorlardı ve midyeci birden inanılmaz bir sevinçle üstüne atıldı El Kabar’ın. Birbirlerine sarıldılar yıllardır görüşmeyen kardeşler gibi. Ve ayrıldılar sonunda Şamsa’yı hayretler içinde bırakarak. Bu adam, basit bir işle uğraşmanın yanında, hem oldukça kaba hem de inanılmaz çirkindi. Daha çok insana dönüştürülmeye çalışılan bir ayıyı andırıyordu. Orada gırtlaktan gelen iğrenç sesiyle fısır fısır konuşurken ve ikide bir koca eliyle ustasının bacağına şaplağı yapıştırırken, aslında bambaşka bir kişiliğe sahip olduğunu gösteren en ufak bir şey sezdiremedi Şamsa’ya. Arada koca, kahverengi dişlerini ortaya sererek midye ikram edip dursa da.
Ziyareti bitirerek kalkıp geri dönüş yoluna düzüldüklerinde dayanamadı Şamsa ve sordu ustasına özür diler bir tonda.
“Ustam, lütfen söyle bana, kim bu adam? Onu niçin bu kadar önemsiyorsun?”
İşte böyle öğrendi Kabaram denen adamın nasıl türediğini: O El Kabar’ın rüya somutlaştırma çalışmaları sırasında yanlışlıkla aklından kaçırdığı bir alt benlik karakteriydi ve bunu bir doğum olarak kabul eden Hebburi Tarikatı her ne kadar ilkel ve tehlikeli de olsa Kabaram’ı korumaya almış, ona Eminönü’nde bir tezgah açmıştı. Civarda esnaf olarak çalışan müridler de kol kanat germişlerdi El Kabar’ın bu gayrımeşru çocuğuna.
Şimdi anlamıştı Şamsa, ustasının bu adamı koşulsuz, niye bu kadar sevdiğini. İçinden de kendisine söz verdi Eminönü’ne her gidişinde Kabaram’dan midye alacağına dair ve karmakarışık duygularını bir nebze olsun yatıştırmayı başardı...
Ziyareti bitirerek kalkıp geri dönüş yoluna düzüldüklerinde dayanamadı Şamsa ve sordu ustasına özür diler bir tonda.
“Ustam, lütfen söyle bana, kim bu adam? Onu niçin bu kadar önemsiyorsun?”
İşte böyle öğrendi Kabaram denen adamın nasıl türediğini: O El Kabar’ın rüya somutlaştırma çalışmaları sırasında yanlışlıkla aklından kaçırdığı bir alt benlik karakteriydi ve bunu bir doğum olarak kabul eden Hebburi Tarikatı her ne kadar ilkel ve tehlikeli de olsa Kabaram’ı korumaya almış, ona Eminönü’nde bir tezgah açmıştı. Civarda esnaf olarak çalışan müridler de kol kanat germişlerdi El Kabar’ın bu gayrımeşru çocuğuna.
Şimdi anlamıştı Şamsa, ustasının bu adamı koşulsuz, niye bu kadar sevdiğini. İçinden de kendisine söz verdi Eminönü’ne her gidişinde Kabaram’dan midye alacağına dair ve karmakarışık duygularını bir nebze olsun yatıştırmayı başardı...
ANILAR KİTABI 5. BÖLÜM 8. ANLATI
Bir gün derste birden zıvanadan çıktı Ahmat El Kabar. Nedense olmadık bir şekilde sinirlenmiş, kendisine pek de uymayan bir biçimde ağıza alınmadık küfürleri ardı ardına saydırmaya başlamıştı. Neden ise, bir öğrencinin, ettiği lafı anlamamasıydı hepi topu. Böylece on beş dakika kadar sonra, köpürmesi bitmiş, yüzü tekrar eski soğukkanlılığına bürünmüştü ki birden kapı ardına kadar açıldı.
O tarafa dönen öğrenciler donlarına kaçıracak gibi olup sıraların altına attılar kendilerini. Çoğu inleyip ağlamaya başlamıştı bir anda.
Kapıda beliren etleri iyice dökülmüş, pörtlek çürük gözleri kemiğin içinde incecik bağlarla yuvalarında duran bir zombiydi. Hiç beklemedi orada. Kesik kesik hareketlerle; elleri vücuduna yapışık, başı yerde uslu uslu bekleyen El Kabar’a doğru yürüdü ve sadece kemiği kalmış eliyle çaat diye bir tokat geçirdi suratına.
Dudakları buruştu El Kabar’ın. Ağlayacak gibi oldu. “Özür dilerim ustam, bir daha olmayacak,” dedi küçük bir çocuk gibi.
Ve yürüyüp mezarına döndü, gereksiz densizliklere hiç dayanamayan Stam Sor.
Bu sadece Ahmat El Kabar için değil, Allahı şaşan öğrenciler için de büyük bir dersti ve ağızlarına küfür fikrinin yürüdüğü her an soğuk bir ter süzülecekti yanaklarına bundan böyle...
O tarafa dönen öğrenciler donlarına kaçıracak gibi olup sıraların altına attılar kendilerini. Çoğu inleyip ağlamaya başlamıştı bir anda.
Kapıda beliren etleri iyice dökülmüş, pörtlek çürük gözleri kemiğin içinde incecik bağlarla yuvalarında duran bir zombiydi. Hiç beklemedi orada. Kesik kesik hareketlerle; elleri vücuduna yapışık, başı yerde uslu uslu bekleyen El Kabar’a doğru yürüdü ve sadece kemiği kalmış eliyle çaat diye bir tokat geçirdi suratına.
Dudakları buruştu El Kabar’ın. Ağlayacak gibi oldu. “Özür dilerim ustam, bir daha olmayacak,” dedi küçük bir çocuk gibi.
Ve yürüyüp mezarına döndü, gereksiz densizliklere hiç dayanamayan Stam Sor.
Bu sadece Ahmat El Kabar için değil, Allahı şaşan öğrenciler için de büyük bir dersti ve ağızlarına küfür fikrinin yürüdüğü her an soğuk bir ter süzülecekti yanaklarına bundan böyle...
Antoine De La Bouche
Seks aynı kişiyle yapılıyorsa alışkanlıktır. Doğru olan hazza esir düşüldüğü her sefer başka bir partner bulunmasıdır.
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ – 5. KİTAP 4. BÖLÜM
Öğrenciler ustaları Ahmat El Kabar’ın direktifiyle yazın bahçedeki tüm çiçekleri söküp yerine sapsarı, üstü benekli enteresan tohumlar ekmişlerdi. İlkbaharda eciş bücüş bitkiler iyice büyüyüp çiçekler açmaya başlayınca küçük dillerini yutacak gibi olup hemen ustalarının yanında aldılar soluğu. Evet. Dallarda her an biraz daha büyüyüp gerçek boyutlarna doğru ilerleyen ellilik banknotlar sallanıyordu gözalıcı bir şekilde. Sadece Ahmat El Kabar değil, Hebburi Tarikatı mali danışmanları da oldukça mutlu olmuştu bu haberi duyunca. Bir süredir kabaran borçları bu sene kapatma şansı doğacaktı sonunda. Hasatı neşeli şarkılarla toplayıp istiflediler ve alacaklıları huzurlarına çağırıp fazlasıyla para dağıtarak herkesi memnun ettiler. Holdinge yerleşen neşeli hava böylece şehrin büyük üreticilerine de sirayet etmiş, İstanbul zincirleme bir tepkimeyle gülen insanların dolaştığı bir yer haline gelmişti.
Ancak bu hava fazla da uzun sürmedi. Paraların buruşup çürümesi topu topu üç gün sürdü ve alacaklılar bir kez daha, fakat bu sefer sinirden köpürmüş bir halde doluştular holdingin bahçesine. Deli gibi bağırıyor, haklarını almadan ve bu terbiyesizliğe dair bir açıklama yapılmadan hiçbir yere gitmeyeceklerini söylüyorlardı.
Ahmat El Kabar dışarı çıkıp ne olduğunu sordu alay eder gibi.
“Daha ne olacak, bize verdiğiniz paralar çürüdü,” dedi aralardan bir havlu üreticisi, kıpkırmızı yüzüyle.
“Tamam da,” dedi El Kabar. “Para da böyle bir şeydir zaten. Ya sizi çürütür ya da kendi çürür. Dua edin gerçek para vermedik. O zaman siz çürüyecektiniz.”
Ancak sayıları yirmiyi bulan firma sahipleri öğretiden falan anlayacak tipler değillerdi. Hücum edip El Kabar ustayı bayağı bir hırpaladılar. Ellerinden zor kurtulan usta holdinge kapandı bundan böyle ve tohumlarla çalışmalarına devam etti. Fakat o, yıllarca uğraşsa da bozulmayan bir çiçek parası asla üretemeyince, borçlardan sıyrılmak üzere bambaşka kurnazlıklar araştırmak zorunda kalacaklardı.
Ancak bu hava fazla da uzun sürmedi. Paraların buruşup çürümesi topu topu üç gün sürdü ve alacaklılar bir kez daha, fakat bu sefer sinirden köpürmüş bir halde doluştular holdingin bahçesine. Deli gibi bağırıyor, haklarını almadan ve bu terbiyesizliğe dair bir açıklama yapılmadan hiçbir yere gitmeyeceklerini söylüyorlardı.
Ahmat El Kabar dışarı çıkıp ne olduğunu sordu alay eder gibi.
“Daha ne olacak, bize verdiğiniz paralar çürüdü,” dedi aralardan bir havlu üreticisi, kıpkırmızı yüzüyle.
“Tamam da,” dedi El Kabar. “Para da böyle bir şeydir zaten. Ya sizi çürütür ya da kendi çürür. Dua edin gerçek para vermedik. O zaman siz çürüyecektiniz.”
Ancak sayıları yirmiyi bulan firma sahipleri öğretiden falan anlayacak tipler değillerdi. Hücum edip El Kabar ustayı bayağı bir hırpaladılar. Ellerinden zor kurtulan usta holdinge kapandı bundan böyle ve tohumlarla çalışmalarına devam etti. Fakat o, yıllarca uğraşsa da bozulmayan bir çiçek parası asla üretemeyince, borçlardan sıyrılmak üzere bambaşka kurnazlıklar araştırmak zorunda kalacaklardı.
ANILAR KİTABI – 1. BÖLÜM 4. ANLATI
Bir gün gündelik yaşamda ayakkabıcı olarak bilinen mürit Tarık, ustaların ustası Ahmat El Kabar’ın huzuruna varıp beyninin içinde tiktak sesleri duyduğunu söyledi. Delirecek gibi olmasa ustasını rahatsız etmeyeceğini de ekledi sözlerine. Ancak beklediğinin aksine El Kabar müşfik bir gülüşle karşıladı onun şikayetini ve korkacak bir şey olmadığını, meditasyon alıştırmalarına gayretle devam etmesini tenbih etti.
“Olur ustam, sen en iyisini bilirsin,” deyip çekildi Tarık. Saat sesi kafasında daha da artarak sürüp gidiyordu ama. Sanki birisi beynine ameliyatla bir guguklu saat koymuştu ondan habersiz. Uyuyamıyor, rahat rahat işini yapamıyor, televizyon falan da izleyemiyordu. Sinirleri iyice yıpranınca karısını çocuklarını dövmeye başladı. Kimse onun dükkanına uğramaz olmuştu, azar işitmekten, dayak yemekten korkarak.
O gün, yani durumun iyice fecaat bir hal aldığı vakit, o, ayakkabıları fırlatıp dükkanın camlarını aşağı indirirken ve ikide bir yere çöküp başını elleri arasına alarak çığlıklar atarken içeri girdi El Kabar. Alarm çalışmıştı sonunda ve inanılmaz bir sesle çalıyordu Tarık’ın beyninde. Deli gözlerini kaldırıp ustasını görünce ne yapacağını bilemedi. Saldırıp ısırmak istiyor, hemen ardından da üstüne çullanan pişmanlık duygularıyla ağlamaya başlıyordu. Ustaların ustası mesut bir tavırla yürüdü müridinin yanına ve okkalı bir tokat atıp durdurdu saati.
“Oldun artık Tarık usta,” dedi sonra. “Yarın gel, belki bizim senden öğreneceğimiz bir şeyler olur...”
Sonra da dönüp gitti simli kürk paltosuyla yerlerin tozunu süpürüp atarak.
Keyifle sırıtıp ovuşturdu ellerini Tarık. Pembelik gelip yerleşmişti gözlerine. Nasıl da güzel görünüyordu şimdi her şey... Nasıl da...
Yerine oturup ayakkabıları tamir etmeye başladı....
“Olur ustam, sen en iyisini bilirsin,” deyip çekildi Tarık. Saat sesi kafasında daha da artarak sürüp gidiyordu ama. Sanki birisi beynine ameliyatla bir guguklu saat koymuştu ondan habersiz. Uyuyamıyor, rahat rahat işini yapamıyor, televizyon falan da izleyemiyordu. Sinirleri iyice yıpranınca karısını çocuklarını dövmeye başladı. Kimse onun dükkanına uğramaz olmuştu, azar işitmekten, dayak yemekten korkarak.
O gün, yani durumun iyice fecaat bir hal aldığı vakit, o, ayakkabıları fırlatıp dükkanın camlarını aşağı indirirken ve ikide bir yere çöküp başını elleri arasına alarak çığlıklar atarken içeri girdi El Kabar. Alarm çalışmıştı sonunda ve inanılmaz bir sesle çalıyordu Tarık’ın beyninde. Deli gözlerini kaldırıp ustasını görünce ne yapacağını bilemedi. Saldırıp ısırmak istiyor, hemen ardından da üstüne çullanan pişmanlık duygularıyla ağlamaya başlıyordu. Ustaların ustası mesut bir tavırla yürüdü müridinin yanına ve okkalı bir tokat atıp durdurdu saati.
“Oldun artık Tarık usta,” dedi sonra. “Yarın gel, belki bizim senden öğreneceğimiz bir şeyler olur...”
Sonra da dönüp gitti simli kürk paltosuyla yerlerin tozunu süpürüp atarak.
Keyifle sırıtıp ovuşturdu ellerini Tarık. Pembelik gelip yerleşmişti gözlerine. Nasıl da güzel görünüyordu şimdi her şey... Nasıl da...
Yerine oturup ayakkabıları tamir etmeye başladı....
Ahmat El Kabar
Üçüncü göz, Allah’ın yaratım sırasında bahşettiği, daha sonra ilk insanlardan gelen şikayetler sonucu kapattığı bir yanlışlıktır. Uğraşıp didinip bunu tekrardan açanların bilge olarak adlandırılması utanç vericidir...
Cillo Usta
Hava geçmiş ve gelecekten akan seslerle doludur. Sağduyu işin içine girince insanların saçmalama ve şeytana uyma kapasitelerinin yükselmesi işte bu yüzdendir.
ANILAR KİTABI – 6. BÖLÜM 5. ANLATI
Bir gün Büyük Usta Stam Sor zamanı durdurabildiğini iddia edince ortalık karıştı. Üstelik bunu faks, telefon ve o zamanlar tarikatın içinde bulunduğu küçük fabrikanın salonunda yaptığı toplantıyla aynı anda dört bir yana yaymış bulunuyordu. Ne zamandır yoktu halbuki ortalıkta. Onun öldüğünü sanan tarikat yetkilileri için dönmesi bile şaşırtıcıyken bir de bu dedikleri...
Yüksek Dervişler Konseyi hemen duruma el koyup bu söylediğini kanıtlamasını istedi Stam Sor’dan. O da bunun kolay olduğunu, tüm yetkilileri Pazar günü saat birde bahçeye beklediğini, hatta sadece bu şaşırtıcı olaya tanık olma değil bir de kuyuda kebap yeme şansına da kavuşacaklarını söylerek onlara küstahça meydan okudu.
Günü geldiğinde konsey üyeleri, Hebburi tarikatı avukatları, müridler, öğrenciler alanı doldurmuş bekliyordu. Stam Sor kürklü cüppesi, kırmızı kalpağıyla önlerinde durup elini kaldırdı.
Güldü birkaç kişi olacaklara inanmadığını belli edercesine.
İndi kol aşağıya.
İnsanların azıcık bir başı döndü, mideleri ekşir gibi oldu ama zaman falan durmamıştı. Dönüp birbirlerine baktılar. Ardından ustaya döndüler hemen. Bu şaklabana söylenecek pek çok söz vardı doğrusu.
Ama bir gariplik de vardı ortada. Gözlerini kısarak ustayı incelediklerinde biraz daha yaşlandığını gördüler. Üstüne üstlük elini indirdiği yerde de değildi şimdi. İki metre kadar yanda durmuştu. Ve. Hay Allah! Cüppesi nasıl da eskimişti öyle.
Dervişler Konseyi Üyeleri hemen bağırışmaya başladı. Zaman geçtiyse kendilerine niye bir şey olmamıştı? Zaman durduysa onun bundan etkilenmemesi mümkün olabilir miydi? Bir göz aldanmasıyla karşılaştıkları ortadaydı. Ustayı giriştiği mantıksız üçkağıtçılık yüzünden lanetleyip oradan ayrıldılar. Kuzunun yendiği, sofrada sadece kemiklerinin durduğu ve göz çukurlarında iğrenç kurtçukların gezdiğiyle bile ilgilenmemişlerdi.
İşin doğrusu ise şuydu: Aşırı dalgın bir kişilik olan Stam Sor zamanı durdurmuştu gerçekten. Ancak aklına bitirmesi gereken bir iş gelip oradan uzaklaşmış, daha sonra ise dünyadaki tüm canlıların durmuş olması hiç canını sıkmadan yıllarca meditasyonla ve aklını kurcalayan yaşam bilmeceleriyle uğraşıp durmuştu. Gelip onları harekete geçirmesi aralarından bir öğrenciyi erzak almak üzere pazara göndermek ihtiyacındandı. Neredeyse hiçbir şey yemediği için stokları bu geniş zaman aralığında anca bitirmişti Stam Sor.
Altı yıl geçmiş, o da bir hayli yaşlanmış olarak, yetkileri kısıtlansa da Hebburi Tarikatı’na hizmet etmekten hiç vaz geçmedi. Bir daha da zamanı durdurmadı.
Yüksek Dervişler Konseyi hemen duruma el koyup bu söylediğini kanıtlamasını istedi Stam Sor’dan. O da bunun kolay olduğunu, tüm yetkilileri Pazar günü saat birde bahçeye beklediğini, hatta sadece bu şaşırtıcı olaya tanık olma değil bir de kuyuda kebap yeme şansına da kavuşacaklarını söylerek onlara küstahça meydan okudu.
Günü geldiğinde konsey üyeleri, Hebburi tarikatı avukatları, müridler, öğrenciler alanı doldurmuş bekliyordu. Stam Sor kürklü cüppesi, kırmızı kalpağıyla önlerinde durup elini kaldırdı.
Güldü birkaç kişi olacaklara inanmadığını belli edercesine.
İndi kol aşağıya.
İnsanların azıcık bir başı döndü, mideleri ekşir gibi oldu ama zaman falan durmamıştı. Dönüp birbirlerine baktılar. Ardından ustaya döndüler hemen. Bu şaklabana söylenecek pek çok söz vardı doğrusu.
Ama bir gariplik de vardı ortada. Gözlerini kısarak ustayı incelediklerinde biraz daha yaşlandığını gördüler. Üstüne üstlük elini indirdiği yerde de değildi şimdi. İki metre kadar yanda durmuştu. Ve. Hay Allah! Cüppesi nasıl da eskimişti öyle.
Dervişler Konseyi Üyeleri hemen bağırışmaya başladı. Zaman geçtiyse kendilerine niye bir şey olmamıştı? Zaman durduysa onun bundan etkilenmemesi mümkün olabilir miydi? Bir göz aldanmasıyla karşılaştıkları ortadaydı. Ustayı giriştiği mantıksız üçkağıtçılık yüzünden lanetleyip oradan ayrıldılar. Kuzunun yendiği, sofrada sadece kemiklerinin durduğu ve göz çukurlarında iğrenç kurtçukların gezdiğiyle bile ilgilenmemişlerdi.
İşin doğrusu ise şuydu: Aşırı dalgın bir kişilik olan Stam Sor zamanı durdurmuştu gerçekten. Ancak aklına bitirmesi gereken bir iş gelip oradan uzaklaşmış, daha sonra ise dünyadaki tüm canlıların durmuş olması hiç canını sıkmadan yıllarca meditasyonla ve aklını kurcalayan yaşam bilmeceleriyle uğraşıp durmuştu. Gelip onları harekete geçirmesi aralarından bir öğrenciyi erzak almak üzere pazara göndermek ihtiyacındandı. Neredeyse hiçbir şey yemediği için stokları bu geniş zaman aralığında anca bitirmişti Stam Sor.
Altı yıl geçmiş, o da bir hayli yaşlanmış olarak, yetkileri kısıtlansa da Hebburi Tarikatı’na hizmet etmekten hiç vaz geçmedi. Bir daha da zamanı durdurmadı.
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ: 4. KİTAP 7. BÖLÜM
Ahmat El Kabar bir gün Şamsa’yı alıp holdingin o muhteşem asansörüne bindirdi. Sonra dönüp bir sürü anlamın karıştığı çopur yüzüyle baktı öğrencisine.
“Nereye çıkmak istersin Şamsa? Söyle bana.”
Temkinli bir ifadeyle baktı Şamsa. Hocasının nasıl bir cevaptan hoşlanacağını düşünüyordu besbelli. Sonunda aklına gelen şeyle coşkulu, hemen öne atıldı. “En üstteki kata ustam.”
El Kabar düğmeye bastı bir şey demeden. Hızını basıncın gücüyle belli ederek ileri atıldı asansör ve katları bir çabuk çıktı. Başta memnun memnun bekliyordu Şamsa. Ancak en son, yani kırkıncı kata gelip de durmadan devam ettiklerinde şaşkınlıkla önce ustasına sonra bir kez daha numaratöre baktı. Sayılar çıldırmış gibi akarken asansör de azgın bir at gibi titremekteydi şimdi.
“Aman ustam,” diye bağırdı Şamsa. “İmdaat!”
Bir kahkaha patlattı El Kabar. Kesik kesik gidip gelen ışığın içinde korkunç görünüyordu. Ağlamaya, yalvarmaya başlayan öğrencisi daha da eğlendirdi sonra onu. Nereye çıktıklarını, o anda nerede olduklarını anlayamıyordu Şamsa ve o korkunç gerilime dayanamayarak çişini donuna kaçırdı sonunda zavallı.
Ve durdu birden asansör.
Kapıyı açtı El Kabar. Zemin kat tüm ihtişamıyla uzandı Şamsa’nın gözlerinin önünde.
“İşte buraya varmalısın,” dedi ustası. “Zaten olduğun yere.”
“Nereye çıkmak istersin Şamsa? Söyle bana.”
Temkinli bir ifadeyle baktı Şamsa. Hocasının nasıl bir cevaptan hoşlanacağını düşünüyordu besbelli. Sonunda aklına gelen şeyle coşkulu, hemen öne atıldı. “En üstteki kata ustam.”
El Kabar düğmeye bastı bir şey demeden. Hızını basıncın gücüyle belli ederek ileri atıldı asansör ve katları bir çabuk çıktı. Başta memnun memnun bekliyordu Şamsa. Ancak en son, yani kırkıncı kata gelip de durmadan devam ettiklerinde şaşkınlıkla önce ustasına sonra bir kez daha numaratöre baktı. Sayılar çıldırmış gibi akarken asansör de azgın bir at gibi titremekteydi şimdi.
“Aman ustam,” diye bağırdı Şamsa. “İmdaat!”
Bir kahkaha patlattı El Kabar. Kesik kesik gidip gelen ışığın içinde korkunç görünüyordu. Ağlamaya, yalvarmaya başlayan öğrencisi daha da eğlendirdi sonra onu. Nereye çıktıklarını, o anda nerede olduklarını anlayamıyordu Şamsa ve o korkunç gerilime dayanamayarak çişini donuna kaçırdı sonunda zavallı.
Ve durdu birden asansör.
Kapıyı açtı El Kabar. Zemin kat tüm ihtişamıyla uzandı Şamsa’nın gözlerinin önünde.
“İşte buraya varmalısın,” dedi ustası. “Zaten olduğun yere.”
Stam Sor
Körlerin içine düştüğü karanlık nasıl lambayla aydınlatılamazsa, itlerin peşinde olduğu kaos da barış çağrılarıyla yok edilemez. İt ittir karanlık da karanlık...
Cillo Usta
Çağlar öncesinde nesnelerin adları vardı. Ancak insanlar kendilerine göre başka başka şeyler söyleyerek gerçek isimleri unuttular ve şimdi çevrelerinde cansız olarak gördükleri o “şey”leri bakkala göndermekten bile acizler. Bunun mümkün olduğundan haberleri bile yok işin kötüsü...
ANILAR KİTABI - 6. BÖLÜM 3. ANLATI
Yemekhaneye upuzun tahta bir masa koydurtmuştu Ahmat El Kabar ve sayıları kırkı bulan öğrencileriyle orada yiyordu bazen yemekleri.
Tabağından başını kaldırıp “Yemeği nasıl buldunuz bakalım?” diye sorunca kıkırdamalar, fısıltılar şak diye kesildi. Sonra sanki sözleşmişler gibi aynı anda bağırıverdiler. “Mükemmel ustam.”
“Ha ha ha,” diye güldü ustaların ustası El Kabar ve görünene aldanmamaları konusunda uyardı öğrencilerini. Yemekhaneye gidip bizzat elleriyle bir parça bok atmıştı etli türlünün içine.
Böylece öğrenciler böğüre böğüre kusmaya başladı ve aralardan Şamsa, arkadaşlarına başarıyla uyum sağlarken bir yandan düşünmeyi de başardı.
Ustası da kendileriyle birlikte yememiş miydi yemeği?
Tabağından başını kaldırıp “Yemeği nasıl buldunuz bakalım?” diye sorunca kıkırdamalar, fısıltılar şak diye kesildi. Sonra sanki sözleşmişler gibi aynı anda bağırıverdiler. “Mükemmel ustam.”
“Ha ha ha,” diye güldü ustaların ustası El Kabar ve görünene aldanmamaları konusunda uyardı öğrencilerini. Yemekhaneye gidip bizzat elleriyle bir parça bok atmıştı etli türlünün içine.
Böylece öğrenciler böğüre böğüre kusmaya başladı ve aralardan Şamsa, arkadaşlarına başarıyla uyum sağlarken bir yandan düşünmeyi de başardı.
Ustası da kendileriyle birlikte yememiş miydi yemeği?
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ: 4. KİTAP 3. BÖLÜM
Ahmat El Kabar bir gün öğrencilerini büyük toplantı salonuna çağırdı. İçeri girdiklerinde ustanın hemen üstünde kocaman, kapkara bir bulut durduğunu gören müritler şaşırıp ürkerek bakındılar.
“Gelin,” dedi büyük usta. “Şöyle oturun bakayım çevreme.”
“O bir bulut mu ustam?” diye sordu manifaturacı Kemal, gereksiz yere soru sormaktan kafasına kaç kere yumruk yediği halde uslanmadan.
“Öyle,” dedi El Kabar ayağa kalkarken. “Şimdi sizden bu bulutu yok etmenizi istiyorum. Sonra yanıma gelin. Ben çayhanede olucam.”
“Ama ustam, nasıl yapacaz ki?” diye sordu Şamsa.
Güldü usta tam kapının orada durup. Sinirlenmişti besbelli. Sonra bir şey demeden çıkıp gitti büyüklü küçüklü ona yakın öğrencisini gittikçe genişleyen, duvarların sıvalarını arsızca yiyen bulutla başbaşa bırakarak. Hemen yere çöktü müritler. Meditasyondan başka bir çarelerinin olmadığını biliyorlardı ve aralarından bir densizin ateş yakma fikrini kaale bile almamışlardı. Gözlerini kapattıktan sonraki yarım saat büyük bir mücadeleyle geçti ve bulut azalmak şöyle dursun, her dakika daha da azdı karanlık bir iblise dönüşerek. Sonunda panik içinde açıldı çoğunun gözleri. Elleri üstlerine yağan doluyu kesmek için yüzlerini örtünce güvenlik çemberi de dağılıp gidiverdi.
“Kaçalım lan,” dedi Habeş Turri. İçeride dönen kasırgadan zorlukla duyuluyordu sesi, ama ne kadar vızıltı gibi gelse de gerekli etkiyi yaratmıştı. Kapıyı dördü beşi zorlukla açarak sırılsıklam olmuş, yedikleri doludan iyice kızarmış bedenlerini dışarıya attılar. Ardından başları önde, ayakları geri geri giderek çayhanenin önüne geldiler. Kemal öne çıktı. Tokmağı çevirdi. Aralanan kapıdan şöyle bir uzattığı başını hemen geri çekti sonra ve “Aman bilader, ben yokoluyom,” diyerek sıvıştı.
Büyük Usta Ahmat El Kabar, masada, başını iki elinin arasına almış, kara kara düşünürken hemen üstünde başka bir bulut büyümekteydi...
“Gelin,” dedi büyük usta. “Şöyle oturun bakayım çevreme.”
“O bir bulut mu ustam?” diye sordu manifaturacı Kemal, gereksiz yere soru sormaktan kafasına kaç kere yumruk yediği halde uslanmadan.
“Öyle,” dedi El Kabar ayağa kalkarken. “Şimdi sizden bu bulutu yok etmenizi istiyorum. Sonra yanıma gelin. Ben çayhanede olucam.”
“Ama ustam, nasıl yapacaz ki?” diye sordu Şamsa.
Güldü usta tam kapının orada durup. Sinirlenmişti besbelli. Sonra bir şey demeden çıkıp gitti büyüklü küçüklü ona yakın öğrencisini gittikçe genişleyen, duvarların sıvalarını arsızca yiyen bulutla başbaşa bırakarak. Hemen yere çöktü müritler. Meditasyondan başka bir çarelerinin olmadığını biliyorlardı ve aralarından bir densizin ateş yakma fikrini kaale bile almamışlardı. Gözlerini kapattıktan sonraki yarım saat büyük bir mücadeleyle geçti ve bulut azalmak şöyle dursun, her dakika daha da azdı karanlık bir iblise dönüşerek. Sonunda panik içinde açıldı çoğunun gözleri. Elleri üstlerine yağan doluyu kesmek için yüzlerini örtünce güvenlik çemberi de dağılıp gidiverdi.
“Kaçalım lan,” dedi Habeş Turri. İçeride dönen kasırgadan zorlukla duyuluyordu sesi, ama ne kadar vızıltı gibi gelse de gerekli etkiyi yaratmıştı. Kapıyı dördü beşi zorlukla açarak sırılsıklam olmuş, yedikleri doludan iyice kızarmış bedenlerini dışarıya attılar. Ardından başları önde, ayakları geri geri giderek çayhanenin önüne geldiler. Kemal öne çıktı. Tokmağı çevirdi. Aralanan kapıdan şöyle bir uzattığı başını hemen geri çekti sonra ve “Aman bilader, ben yokoluyom,” diyerek sıvıştı.
Büyük Usta Ahmat El Kabar, masada, başını iki elinin arasına almış, kara kara düşünürken hemen üstünde başka bir bulut büyümekteydi...
Ahmat El Kabar
Bebekler artık çok yaşlı yaşlılar çok genç. Eli kulağında. Fark tamamen ortadan kalkınca gelecek kıyamet.
Stam Sor
Hebburi Tarikatı hüzünler, kayıplar, hayal kırıklıkları, yıkımlar ve buna benzer olumsuz duyguları biriktirip onlardan mutluluk oluşturmanın peşindedir. Böylesi bir mutluluğun kimseyi mutlu etmeyeceği sözleri safsatadan başka bir şey değildir. Yitişin sonuna kadar gitmeden mutluluğun ne olduğunu tam anlamıyla kimsenin göremeyeceği aşikardır.
ANILAR KİTABI – 2. BÖLÜM 1. ANLATI
14. Kuşak Büyük Usta Stam Sor, ciyaklamayı duyunca hemen içeri dalmış. Karısının yüzündeki iğrenme dolu bakışı görmek heyecanına hiçbir darbe vurmamış. Coşkuyla, kız mı erkek mi, diye sormuş ve ebe dehşet içinde elinde bir maymun yavrusuyla ona doğru dönünce de bir an bile şaşırmadan gülmüş.
“Eee,” demiş kafasını sallayarak. “Bu kadar meditasyonla uğraşırsak olacağı buydu.”
(Bu hikaye yıllar boyu tarikatın mermer salonlarında gezinip bazı derslere de giren maymun Kramur’un yarattığı şaşkınlıkla, bir neden arama gereksinimiyle geliştirilmiş olabilir ancak Stam Sor’un öğrencisi Antoine De La Bouche’a göre olay yüzde yüz gerçektir ve tartışılamaz...”
“Eee,” demiş kafasını sallayarak. “Bu kadar meditasyonla uğraşırsak olacağı buydu.”
(Bu hikaye yıllar boyu tarikatın mermer salonlarında gezinip bazı derslere de giren maymun Kramur’un yarattığı şaşkınlıkla, bir neden arama gereksinimiyle geliştirilmiş olabilir ancak Stam Sor’un öğrencisi Antoine De La Bouche’a göre olay yüzde yüz gerçektir ve tartışılamaz...”
Cillo Usta
İnsanların hak hukuk, adalet gibi şeylerden bahsedip durması bunları hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceklerini içten içe bilmelerindendir.
Antoine De La Bouche
Fakirler Tanrının sevgili kullarıdır. Onlara kötülük etmek istiyorsanız zengin kılın.
(Büyük Usta, bu lafı söylemesi için TUSİAD’dan ve halkın o dönem başında bulunan partiden para aldığı şeklinde Dervişler Konseyi tarafından yöneltilen suçlamaları reddetmiş ve bu türden saçma iddialar asla ama asla kanıtlanamamıştır.)
(Büyük Usta, bu lafı söylemesi için TUSİAD’dan ve halkın o dönem başında bulunan partiden para aldığı şeklinde Dervişler Konseyi tarafından yöneltilen suçlamaları reddetmiş ve bu türden saçma iddialar asla ama asla kanıtlanamamıştır.)
ANILAR KİTABI – 2. BÖLÜM 2. ANLATI
(Cillo Usta’nın mübarek ağzından... Derleme.)
Hebburi Tarikatı 15. kuşak büyük ustası Antoine de la Bouche’un ölümü oldukça ilginçtir. Yüce Usta bir gün dünyadaki savaşları ve acıları protesto etmek için kendini yakmaya karar verir. Öğrencilerini, müritlerini, şirket yöneticilerini çağırıp düşüncesini açıkladıktan sonra benzini üstüne döküp kibriti çakar. Orada, herkesin gözü önünde neredeyse on saat kadar yandıktan sonra ayağa kalkar. Sevdiklerine der ki: “Demek ki savaş olmalı ve olacak. Tanrı böyle istiyor.” Ardından da, her yanından ateş fışkırmasını falan umursamadan normal yaşamına geri döner. Derileri kömürleşse de iç enerjisi tutuşup ateşi nötralize ettiği için ona zarar gelmemiş, tam aksine daha da güçlenmiştir. Yatağı değiştirilip taştan bir döşek hazırlanır. Nitekim masası, koltuğu, sandalyesi ve üstündeki tek giysi olan donu da yanmayan malzemelerden yapılır. Artık el falan sıkışamaz ama gündelik yaşamında fazlaca bir değişiklik de yapmaz. Ancak, heyhat!.. Dostları, öğrencileri ve şirket onu böylece kabul etmişken hiç beklenmedik bir şey değerli ustamızın sonunu getirecektir. Bir gün o, pencereden bakınırken yan komşu alevleri görüp itfaiyeyi çağırır. Yarım saat kadar sonra içeri dolan itfaiye erleri “Hayıır!” diye bağıran dervişlerin dervişi Antoine de la Bouche’u ve kendilerini engellemeye çalışan hademeleri takmadan üstüne suyu sıkarlar ve iç enerjisi bloke olan usta oracıkta pat diye ölüverir...
Hebburi Tarikatı 15. kuşak büyük ustası Antoine de la Bouche’un ölümü oldukça ilginçtir. Yüce Usta bir gün dünyadaki savaşları ve acıları protesto etmek için kendini yakmaya karar verir. Öğrencilerini, müritlerini, şirket yöneticilerini çağırıp düşüncesini açıkladıktan sonra benzini üstüne döküp kibriti çakar. Orada, herkesin gözü önünde neredeyse on saat kadar yandıktan sonra ayağa kalkar. Sevdiklerine der ki: “Demek ki savaş olmalı ve olacak. Tanrı böyle istiyor.” Ardından da, her yanından ateş fışkırmasını falan umursamadan normal yaşamına geri döner. Derileri kömürleşse de iç enerjisi tutuşup ateşi nötralize ettiği için ona zarar gelmemiş, tam aksine daha da güçlenmiştir. Yatağı değiştirilip taştan bir döşek hazırlanır. Nitekim masası, koltuğu, sandalyesi ve üstündeki tek giysi olan donu da yanmayan malzemelerden yapılır. Artık el falan sıkışamaz ama gündelik yaşamında fazlaca bir değişiklik de yapmaz. Ancak, heyhat!.. Dostları, öğrencileri ve şirket onu böylece kabul etmişken hiç beklenmedik bir şey değerli ustamızın sonunu getirecektir. Bir gün o, pencereden bakınırken yan komşu alevleri görüp itfaiyeyi çağırır. Yarım saat kadar sonra içeri dolan itfaiye erleri “Hayıır!” diye bağıran dervişlerin dervişi Antoine de la Bouche’u ve kendilerini engellemeye çalışan hademeleri takmadan üstüne suyu sıkarlar ve iç enerjisi bloke olan usta oracıkta pat diye ölüverir...
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ - 5. KİTAP 1.BÖLÜM
Ahmat El Kabar; Şamsa, kaportacı Murat usta ve Gustavo ile birlikte masadaydı. Onlara susmalarını söylüyor, konuştukça da tokadı yapıştırıyordu. Ağızlarını ikide bir açıp saçma sapan şeyler söyleyen öğrenciler, neden kendilerini durduramadıklarını anlayamıyordu ve açıkçası Gustavo çoktan içlenmiş, gözünden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Kaportacı Murat usta ise saçmalarken hayranlıkla ustasının gözlerinin içine bakıyor, yediği her tokadı altın değerinde sayıyordu.
“Sus,” dedi El Kabar, daha o hiçbir şey söylememişken. Ve Gustavo tava gelip “Ben bir şey demedim ki usta,” deme gerzekliğini göstererek bir başka tokat daha yemeyi haketti. Sonraki darbe gülen Şamsa’nın yüzüne inecekti.
O sırada içeri dalan holdingin hademesi Kurtuluş “Ustam, seni görmek isteyen birisi var,” dedi.
Ayağa kalkıp ilerledi usta. Sonra Kurtuluş’a hiç beklemediği okkalı bir tokat patlattı. Yüzü yamulan, bir o kadar da şaşıran Kurtuluş neler olduğunu öğrenmek için ağzını açtı ve... “Susun be!” diye bağırdı Usta. Ama bu sefer de hem öğrenciler hem de hademe; kendileri bu duruma daha da şaşırarak hiç bilmedikleri bir avcı şarkısına başladılar. Ayağa kalkmışlar, ellerini de yanlarında birleştirmişlerdi.
Usta büyük odanın köşesine konulmuş ahşap dolaba ilerledi. Az sonra kocaman bir kamçı bulup çıkarmış, pis bir bakışla dizleri titrese de şarkı söylemeyi bırakamayan öğrencilerine dönmüştü.
O sırada kapı açıldı ve sustu öğrenciler. Şık, oldukça pahalı olduğu su götürmez bir takım elbise giymişti içeri giren zat. Kolunda altın bir saat, kulağında parlak bir taş vardı. Hafiften beyazlamış saçları pırıl pırıl parlıyordu. İlerleyerek “Sizi görmek istemiştim El Kabar usta,” dedi. “Çok önemli bir maruzatım var.”
“Hımm,” dedi Usta. “Ne kadar önemli olabilir ki?”
Ve adam onu bu konuda harcayacağı paranın sınırsız olduğunu söyleyerek rahatlattı. Böylece çok geçmeden masaya oturmuşlar, ciddi ciddi bakışmaya başlamışlardı.
“Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek istiyorum Ahmat E Kabar,” dedi adam bir süre sonra.
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirleriyle bakışırlarken “Hepimiz ölümsüzüz,” dedi El Kabar dile getirilen acayip isteği umursamadan. “Bunun için kaygılanmana gerek yok.”
“Hayır Yüce Usta,” dedi adam masaya dayanıp uzanarak. “Ben gerçek ölümsüzlükten bahsediyorum. Mezara girmemekten, toprağa dönüşmemekten. Ben dinç ve sağlıklı olarak sonsuza kadar yaşamaktan konuşuyorum Ustam, anlasana.”
“Zaten öyleyiz,” dedi Ahmat El Kabar.
“Ustam,” dedi adam biraz daha yaklaşıp burnunun dibine girerek. “Bunu yapabileceğini biliyorum. Nedir istediğin, kaç para? Söyle anlaşalım.”
“Hımm,” diye homurdandı El Kabar öğrencileri ve hademe Kurtuluş ne diyeceğini çılgınca merak ederken.
“Hadi El Kabar usta, kırma beni, sen bu işi becer ben ayaklarının altına bir servet dökeyim,” dedi adam El Kabar’ın eline yapışıp ısrarı arttırarak.
“Biz hepimiz...,” diye başladı usta ama hemen sustu. Aklına başka bir şey gelmişti. “Tamam tamam,” diye sürdürdü lafını ve o şık adam kendini yerlere atıp eline yapışarak öpmedik yerini bırakmadı Ustanın. Kendini kurtaran El Kabar az sonra “Kurtuluş bana küçük ispirto ocağını ve bir cezve kahve hazırlayıp getir. Önce bir kahve içelim,” dedi.
“Sağol El Kabar Usta,” dedi adam ciddiyetine geri dönerek. “Bugün çok içtim, çarpıntı yapıyor fazlası.”
“İçmelisin,” dedi Hebburi tarikatının büyük ustası sert bir tonda ve açık kapı bırakmadan yolladı hademeyi. İki dakika kadar sonra kahve kaynamaya başlamıştı bile. Kendine bir acı kahve ayırıp geri kalanına dolaptan aldığı şekeri boca etti usta ve our olmaz kahvelerini yudumlamaya giriştiler. Adam bir iki kere konuşmaya çalışsa da Usta tarafından durdurulup sükûnete davet edilmişti.
Sonunda kahveler, yutkunup duran öğrencilere zırnık koklatılmadan bitirilince arkasına dayanarak bekledi Ahmat El Kabar. Bir dakika sonra artık yeteri kadar sıkıldığı belli olmuştu kıpırdanıp duran adamın. “Ustam,” diye lafa başladı ama devamını getiremedi. Midesine korkunç bir sancı girince iki büklüm oldu. Ardından sırasıyla; inledi, boğazını tutup ağzından köpüren sıvıları etrafa saçtı ve gözlerini pörtleterek yana düşüverdi. Telaş içinde ayağa fırlayıp yerde yatan ölüye baktı öğrenciler.
Omuzunu silkti El Kabar: “Başka türlü ölümsüz olduğunu anlamayacaktı.”
“Sus,” dedi El Kabar, daha o hiçbir şey söylememişken. Ve Gustavo tava gelip “Ben bir şey demedim ki usta,” deme gerzekliğini göstererek bir başka tokat daha yemeyi haketti. Sonraki darbe gülen Şamsa’nın yüzüne inecekti.
O sırada içeri dalan holdingin hademesi Kurtuluş “Ustam, seni görmek isteyen birisi var,” dedi.
Ayağa kalkıp ilerledi usta. Sonra Kurtuluş’a hiç beklemediği okkalı bir tokat patlattı. Yüzü yamulan, bir o kadar da şaşıran Kurtuluş neler olduğunu öğrenmek için ağzını açtı ve... “Susun be!” diye bağırdı Usta. Ama bu sefer de hem öğrenciler hem de hademe; kendileri bu duruma daha da şaşırarak hiç bilmedikleri bir avcı şarkısına başladılar. Ayağa kalkmışlar, ellerini de yanlarında birleştirmişlerdi.
Usta büyük odanın köşesine konulmuş ahşap dolaba ilerledi. Az sonra kocaman bir kamçı bulup çıkarmış, pis bir bakışla dizleri titrese de şarkı söylemeyi bırakamayan öğrencilerine dönmüştü.
O sırada kapı açıldı ve sustu öğrenciler. Şık, oldukça pahalı olduğu su götürmez bir takım elbise giymişti içeri giren zat. Kolunda altın bir saat, kulağında parlak bir taş vardı. Hafiften beyazlamış saçları pırıl pırıl parlıyordu. İlerleyerek “Sizi görmek istemiştim El Kabar usta,” dedi. “Çok önemli bir maruzatım var.”
“Hımm,” dedi Usta. “Ne kadar önemli olabilir ki?”
Ve adam onu bu konuda harcayacağı paranın sınırsız olduğunu söyleyerek rahatlattı. Böylece çok geçmeden masaya oturmuşlar, ciddi ciddi bakışmaya başlamışlardı.
“Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek istiyorum Ahmat E Kabar,” dedi adam bir süre sonra.
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirleriyle bakışırlarken “Hepimiz ölümsüzüz,” dedi El Kabar dile getirilen acayip isteği umursamadan. “Bunun için kaygılanmana gerek yok.”
“Hayır Yüce Usta,” dedi adam masaya dayanıp uzanarak. “Ben gerçek ölümsüzlükten bahsediyorum. Mezara girmemekten, toprağa dönüşmemekten. Ben dinç ve sağlıklı olarak sonsuza kadar yaşamaktan konuşuyorum Ustam, anlasana.”
“Zaten öyleyiz,” dedi Ahmat El Kabar.
“Ustam,” dedi adam biraz daha yaklaşıp burnunun dibine girerek. “Bunu yapabileceğini biliyorum. Nedir istediğin, kaç para? Söyle anlaşalım.”
“Hımm,” diye homurdandı El Kabar öğrencileri ve hademe Kurtuluş ne diyeceğini çılgınca merak ederken.
“Hadi El Kabar usta, kırma beni, sen bu işi becer ben ayaklarının altına bir servet dökeyim,” dedi adam El Kabar’ın eline yapışıp ısrarı arttırarak.
“Biz hepimiz...,” diye başladı usta ama hemen sustu. Aklına başka bir şey gelmişti. “Tamam tamam,” diye sürdürdü lafını ve o şık adam kendini yerlere atıp eline yapışarak öpmedik yerini bırakmadı Ustanın. Kendini kurtaran El Kabar az sonra “Kurtuluş bana küçük ispirto ocağını ve bir cezve kahve hazırlayıp getir. Önce bir kahve içelim,” dedi.
“Sağol El Kabar Usta,” dedi adam ciddiyetine geri dönerek. “Bugün çok içtim, çarpıntı yapıyor fazlası.”
“İçmelisin,” dedi Hebburi tarikatının büyük ustası sert bir tonda ve açık kapı bırakmadan yolladı hademeyi. İki dakika kadar sonra kahve kaynamaya başlamıştı bile. Kendine bir acı kahve ayırıp geri kalanına dolaptan aldığı şekeri boca etti usta ve our olmaz kahvelerini yudumlamaya giriştiler. Adam bir iki kere konuşmaya çalışsa da Usta tarafından durdurulup sükûnete davet edilmişti.
Sonunda kahveler, yutkunup duran öğrencilere zırnık koklatılmadan bitirilince arkasına dayanarak bekledi Ahmat El Kabar. Bir dakika sonra artık yeteri kadar sıkıldığı belli olmuştu kıpırdanıp duran adamın. “Ustam,” diye lafa başladı ama devamını getiremedi. Midesine korkunç bir sancı girince iki büklüm oldu. Ardından sırasıyla; inledi, boğazını tutup ağzından köpüren sıvıları etrafa saçtı ve gözlerini pörtleterek yana düşüverdi. Telaş içinde ayağa fırlayıp yerde yatan ölüye baktı öğrenciler.
Omuzunu silkti El Kabar: “Başka türlü ölümsüz olduğunu anlamayacaktı.”
ANILAR KİTABI – 3. BÖLÜM 7. ANLATI
Ahmat El Kabar odasından “Allaah!” diye bağırarak fırlayıp peşinden bir moğol atlısı geliyormuşçasına kaçınca öğrencilerin hiçbiri şaşırmadı. Sadece ifadesiz suratlarla ikide bir geriye bakan ve elini kolunu sallayarak birşeylerden kurtulmaya çalışan ustalarını seyrettiler. Çok geçmeden kıçı tutuşan usta kendini yere atıp debelenmeye, görünmez düşmanlarına karşı bacaklarını savurmaya girişti. Tüm bu karmaşa sona erip usta geniş holding bahçesinde kafasını cık cık sesleriyle sallayarak odasına yürürken Şamsa dayanamayarak yanına koştu. Ustası ne zaman cinlerle konuşmak için odasına kapansa böyle bir şey yaşanıyordu ve bunun sebebini öğrenmek çırakların da en doğal hakkıydı. Ne de olsa onlar da ileride cinlerle ilişkiye geçmek zorunda kalacaklardı. Cesaretini toplayıp ustasının sabahları giydiği sade çuvala asıldı ve onu kendine döndürerek sordu:
“Ustam, beni affet ama öğrenmek istiyorum. Neden cinler sana devamlı saldırıyor. Yoksa onların çalışma biçimi mi böyle?”
Bir an öğrencisini süzdü El Kabar. Sonra kararını vererek soruyu yanıtladı. Net ve tartışmaya kapalı...
“Onlar Fenerbahçeli Şamsa.”
Ve yürüdü gitti.
Demek sebep buydu. Bir yerden sonra söz takım muhabbetine geliyor ve kavga çıkıyordu. Sevinç içinde arkadaşlarının yanına koştu Şamsa...
“Ustam, beni affet ama öğrenmek istiyorum. Neden cinler sana devamlı saldırıyor. Yoksa onların çalışma biçimi mi böyle?”
Bir an öğrencisini süzdü El Kabar. Sonra kararını vererek soruyu yanıtladı. Net ve tartışmaya kapalı...
“Onlar Fenerbahçeli Şamsa.”
Ve yürüdü gitti.
Demek sebep buydu. Bir yerden sonra söz takım muhabbetine geliyor ve kavga çıkıyordu. Sevinç içinde arkadaşlarının yanına koştu Şamsa...
HEBBURİ ÖĞRETİLERİ – 4. KİTAP 1. BÖLÜM
Ahmat El Kabar’ın canı o gün balığa çıkmak istedi. Kıyıya gidip öylece bekledi. Ne kamışı vardı ne de başka bir şeyi. Yem de almamıştı yanına. Diğer balıkçılar kıs kıs gülerken o, şaşı gözlerini denize dikmiş bakıyor, dudakları mırıl mırıl kımıldanıyordu. Ve az sonra durduğu yere bir balık atladı. Hemen ardından da ikincisi geldi. Üstelik bunlar öyle küçük falan değil, basbayağı kocaman lüferlerdi. Yavaş yavaş yaklaşmaya başladı hayrete düşmüş insanlar. Çevreliyorlardı büyük ustayı, balıklar karaya atlamak için yarışırken. Ancak bir gariplik vardı. Balıklar önüne düştükçe usta El Kabar bir tekme çakarak onları yine denize yolluyordu. Aralardan, ustayı tanıyan sakinlerden birisi bunu dile getirmekten çekinmedi.
“El Kabar usta, bıraksana yahu balıklar karaya çıksın, niye tekmeliyorsun?”
“Balıklar balıklığını insanlar da insanlığını bilmeli. O yüzden tekmeliyorum biçareleri,” dedi El Kabar.
Böylece de o kalabalıktan en az yedi kişiyi mürit olarak yanına katmış oldu. Diğerlerinin yapacak gündelik birçok işi olduğu için bir saat sonra unutup gideceklerdi yaşanan mucizeyi...
“El Kabar usta, bıraksana yahu balıklar karaya çıksın, niye tekmeliyorsun?”
“Balıklar balıklığını insanlar da insanlığını bilmeli. O yüzden tekmeliyorum biçareleri,” dedi El Kabar.
Böylece de o kalabalıktan en az yedi kişiyi mürit olarak yanına katmış oldu. Diğerlerinin yapacak gündelik birçok işi olduğu için bir saat sonra unutup gideceklerdi yaşanan mucizeyi...
Ahmat El Kabar
Karafatmaların bir insandan daha değersiz olduğunu sadece bir insan söyleyebilir... Sonuçta kendini kandırmak insanın doğasıdır ve buna binlerce masum hayvan ve bitki de şahittir...
Antoine De La Bouche
Geleceğe geçmeyi başaranlar orada beni bulacaklar. Buradakinin aynısı olacağım. Ne bir eksik ne bir fazla. Aynı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)